ABD'de başkanlığa seçildiğinde bu koltuktaki en genç ve ilk Katolik isim olan John F. Kennedy, 22 Kasım 1963'te bir suikast sonucu öldürüldü. Henüz 46 yaşındaydı. İrlanda asıllı bir Amerikalıydı. En yakınındaki isimlerden Kenny O'Donnell, suikastin ardından radyoda şunları söyleyecekti:
“Er ya da geç dünyanın kalbinizi kıracağını bilmiyorsanız, İrlandalı olmanın ne faydası var?”
Hayatı geldiği gibi kabul etmek mi dersiniz, bir tür kadercilik mi,
bilmiyorum. Ancak bu sözleri her hatırlayışımda İrlandalıların yerinde
bu topraklarda yaşayanları bulurum. Hiç olmayacak insanlar tarafından
bile biteviye kırılan insanları.
Aslında şaşıracak bir şey yok değil mi? Elbette hiç olmayacak insanlar
kırabilir insanı, en çok güven verenler. Ama şaşırmamak gibi bir
“affediş” de yakışmıyor insana.
Benim için, AKP'ye iltihak etmeyi tartışan HAS Parti'nin hikâyesi bu civarda başlıyor.
Sonunu ezbere bildiğimiz bir siyaset hikâyesi değil anlatmak istediğim;
HAS Parti liderinin, sonunu ezbere bildiğimiz bir siyasetin yoluna
revan olması...
Numan Kurtulmuş!
Evet, ünlem koydum adına. Bu, o ünlemin hikâyesidir. Hem yarattığı
hayal kırıklığı, ama hem de bir zamanlar, kendisine inananları hayal
kırıklığına uğratabilecek bir irtifada görünmesi hak ediyor bu hikâyeyi.
“Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan'a rağmen aday olur mu” sorusu etrafında
dönen ve hayatın bu iki siyasetçi arasındaki akışına epey uygunsuz düşen
o tartışma sırasında Kurtulmuş'u düşündüm. Acaba, Saadet Partisi'nde
kendisine son anda çekilmiş numaranın AKP'deki faili olmayı hayal etmiş
midir?
Bunu neden soruyorum? Soru; sağcı-solcu, şucu-bucu fark etmez,
Kurtulmuş'un, kendisine inananlara sordurduğu soruda cevabını buluyor:
Siyasetin bu ülkede hep küçük harflerle yazılan sayfasına, ne oldu da Numan Kurtulmuş kendi adını da ekledi?
Adına bitişik okuduğumuz o ünlem işareti bundan işte. Neden, siyasetin
her gün bir kez daha tutulmayan bir söz gibi izlediğimiz yoluna da talip
oldu Kurtulmuş?
Biliyorum, insan, kişiliğinin dehlizlerinde bir yabancı gibi de çıkıyor
kendisinin karşısına. Bazen, “kendimiz hakkında bilmediğimiz bir şey
daha”yızdır, bunu da biliyorum. Peki bu mudur Numan Kurtulmuş meselesi
için cevabımız, emin değilim.
Gözümüzün önündeki hikâyesi malum. Siyasetin Karadeniz boyundan
Kurtulmuş, 1959'da Ordu'da doğmuş, Ünye'de. İslam ilmihali yazmış bir
dedesi, Necmettin Erbakan ile üniversiteden itibaren
yakın olmuş tıp doktoru bir babası var. Tıp doktoru ve bu ülkede
imam-hatip hareketinin kurumsal çatısı olmuş İlim Yayma Cemiyeti'nin
kurucu kuşağından bir baba.
Erbakan'ı tanıdığı ve izlemeye başladığı ilk gençlik yıllarında Tayyip Erdoğan da var. İlim Yayma Cemiyeti’nin inşa ettiği, açılışını 1958’de Başbakan Adnan Menderes’in yaptığı İstanbul İmam-Hatip Lisesi'nde tanıştığı Erdoğan'la 40 yıla yaklaşan bir hukuku bulunuyor.
İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi'ni bitirmiş. Doktorasını
tamamladığı ABD'de yolu Temple ve Cornell üniversitelerinden geçmiş.
Ardından İstanbul Üniversitesi'nde sosyal politika ve insan kaynakları
üzerine çalışma ve elbette hocalık. Profesör. Kendisi gibi öğretim üyesi
olan eşinin, başörtüsü nedeniyle 28 Şubat döneminde üniversiteden
ayrılmak zorunda kaldığını biliyoruz.
Baba dostluğundan referanslı siyaset yoluna, Erbakan'dan aldığı davet
üzerine Fazilet Partisi ile çıktı Kurtulmuş. Sene 1998. Partinin
İstanbul İl Başkanlığı'na ve Genel İdare Kurulu üyeliğine getirildi. FP
kapatılınca 2001 yılında Saadet Partisi'ne (SP) katıldı.
SP'de Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül liderliğindeki yenilikçilere uzak
değildi. Ancak onlarla birlikte hareket etmedi, Erdoğan'ın AKP'yi
kurarken yaptığı daveti geri çevirdi. Ve Saadet Partisi'nde Genel Başkan
Yardımcılığı'nın ardından, Erbakan'ın işaretiyle, Ekim 2008'de genel
başkanlığa getirildi. Hoca, oğlu Fatih Erbakan'ın henüz genel başkanlık için küçük olduğunu düşünüyordu!
Ancak 2010 yılında yapılan kongrede, Erbakan'ın belirlediği Genel İdare
Kurulu listesine kendi listesiyle karşılık verince SP'deki vadesi
doldu. Listesi veto yiyen Erbakan, kendisinin partiden tasfiye
edildiğini düşünmüş, arkadaşları mahkemeye başvurarak partinin kayyuma
devrini sağlamıştı. Sonunda Erbakan ancak asansörle kürsüye çıkabildiği
kongrede yeniden genel başkanlığa seçildiğinde Kurtulmuş ve arkadaşları
“Siyaset yapma imkânı kalmadı” diyerek Ekim 2010'da SP'den ayrılmıştı.
Nihayet Hoca'nın işaretiyle geldi, yine Hoca'nın işaretiyle gitmek
zorunda kaldı, diyebilirsiniz. Ama o kadar değil. Ayrılmayı iyi bildi
Kurtulmuş. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” diye kendisini uyaran
Erbakan'a, “Biz sürü değiliz” karşılığını verdi. Ve 1 Kasım 2010'da
Halkın Sesi Partisi'ni (HAS) kurdu, ilk olağan kongrede genel başkanlığa
getirildi.
HAS Parti, Kurtulmuş'un hikâyesinde önemli. Zira, “iyi insan” vasfıyla
“güven” kabilinden dikkat çekmiş birisi olarak, kimsenin işaretiyle
değil kendisi ve arkadaşlarından aldığı güçle ilk kez yola koyuluyordu.
Parti, 11 Haziran 2011 seçimlerinde yüzde 1 oranında bile oy alamasa
da, söylemiyle AKP'yi rahatsız edebilmişti. Kurtulmuş'un “Harun olmaya
geldiler Karun oldular. Biz firavun olmayacağız” sözleri, Tayyip
Erdoğan'ın elçi göndermesine bile neden olmuştu. HAS Parti Genel Başkan
Yardımcısı Mehmet Bekaroğlu duyurdu da bunu, Erdoğan'ın “Bize firavun demesin” diye haber gönderdiğini açıkladı.
“Karun” söylemiyle AKP'yi “sebepsiz zenginleşme” yolunda kuvvetli bir
iddiayla eleştiriyor, İslamî söylemde başlıbaşına bir literatürü ifade
eden “firavun” benzetmesiyle “baskıya, zulme” vurgu yapıyordu. Misal,
Kürt sorunu konusunda AKP'ye sağlam eleştiriler yöneltiyordu.
Geldik 2012'ye. Aylardan Temmuz. AKP'ye geçeceği haberleri üzerine
yaptığı utangaç açıklama “Teklif gelmedi” noktasında kalan Kurtulmuş,
“Hayır AKP'ye gitmeyeceğim” demiyordu. Nitekim, birkaç gün sonra
Başbakan Erdoğan'la yaptığı uzun görüşmenin ardından HAS Parti'nin
AKP'ye katılmasının görüşüldüğü duyurulacaktı.
Reel siyaset, tamam. İktidar, daha yakın bir yerdeyse, neden olmasın? Bu da tamam.
Ama kişisel mücadelesinde henüz görünmemiş bir iktidara da talip olmak yok mu Kurtulmuş'un hikâyesinde?
Var!
Hoca'nın işaretiyle genel başkanlığına geldiği SP'den daha düne kadar
ağır suçlamalar yönelttiği AKP'ye niyetlenmesine kadar, var. “Karun
olanların” arasına katılacak kadar bir mesafeyi kat ettiğine göre, var.
“Reel politik” demiştik. O realitenin içinde iktidar varsa, siyasal
etiğin zihinsel bir tasavvur olmaktan çıkıp hayati bir pratik olarak
sınanması da var. Umursamayabilirsiniz, ama bu yoldan bir iktidarın
böyle bir bedeli de var.
‘Çoğunluğun iktidarı’ndan basediyorum, hakkaniyetin değil.
Hakkaniyet? Hayatta hiçbir şeyimiz az olmadı onun kadar!
Peki Kurtulmuş'un hikâyesindeki kırılmayı, “etik” bir meseleden önce neyle açıklayabiliriz?
HAS Parti'yi kurma hatası! Sükuneti, hakkaniyete hassasiyeti, nezaketi,
iyi insanlığı, tamam. Ancak Kurtulmuş'un, bir siyasi hareketi
örgütleyip yükseltecek bir etkisi, o adlandırmakta zorlandığımız
kavramla söylersek, karizması olduğunu öne sürebilir misiniz?
Kurtulmuş'un hikâyesinde öne çıkan, etik bir sapmadan önce işte bu
öngörüsüzlük, HAS Parti'yi kurarak yaptığı hatadır. Kendisine inananlara
hiç olmazsa “pardon” demesini gerektiren bir hatadan söz ediyorum.
“Aldatmak söz konusuysa aldatılmayı tercih ederim” diyen Mehmet
Bekaroğlu ve diğer yol arkadaşlarından “özür”ü esirgememeli Kurtulmuş.
Hiç olmazsa HAS Parti Programı'nın sonundaki “Çift dil ve çift
gündemimiz olmayacak” sözünün hatırına, bunu yapmalı.
Hiç düşündünüz mü; insanın kendisine karşı görevleri nelerdir?
Benim cevaplarım arasında, gerektiğinde özür dilemek ön sıralarda yer
alıyor. Doğruları, hep başkaları adına bilen insanlardan söz etmiyorum.
Hiç “ol”mayan, ama hep “olması gerekeni bilen”lerden de...
Kurtulmuş, samimiyet bahsinde bir rivayet olarak dolaşmak istemiyorsa, o özürü önce kendisi için dilemeli.
Evet, Numan Kurtulmuş! Yaptığına şaşırmamak gibi bir “affediş” ne insana yakışıyor, ne geçmişine, ne de şimdiki zamana...
Bu hikâyenin tekrar öğrettiğini unutmayın; er ya da geç hayatın kalbinizi kıracağını bilmiyorsanız, yanlış yerdesiniz!..

foto: Eyüp KANAR
30 Ağustos 2012 Perşembe
28 Ağustos 2012 Salı
BEŞLİ TAKRİR: BEŞ KURUCU HOCADAN NUMAN HOCA’YA UYARI
Sayın Numan Kurtulmuş, Halkın Sesi Partisi’nin Değerli Kurucuları, Sevgili Arkadaşlar,
1 Kasım 2010 tarihinde birlikte Halkın Sesi Partisi’ni kurarken insana, topluma ve siyasete dair önemli şeyler söylemiştik. Görünen o ki başta Genel Başkan olmak üzere bazı arkadaşlarımız bu söylenenleri unutmuş, önümüzdeki günlerde Adalet ve Kalkınma Partisi’ne katılacaklar.
Sizlere bu mektupta bazı arkadaşlarımızın bu yönelişinin ne anlama geldiğini anlatmaya çalışacağız.
Ancak önce talebimizi belirtmek istiyoruz. Biz Halkın Sesi Partisi’nin söylediği her söze inanıyoruz. Partinin ismi ile kuruluş manifestosundan seçim beyannamesine kadar her adımında imzamız var. Bugüne kadar partimizin mesajının insanlara ulaştırılması için canla başla çalıştığımızın sizler şahidisiniz. Genel Başkan ve bazı arkadaşlarımızın bu yönelişi karşısında şaşkınlık içindeyiz, hayal kırıklığı yaşıyoruz ama hiç kimsenin iradesine ipotek koyamayacağımızı biliyoruz, kimseyi engelleme niyetinde de değiliz. Neticede herkes kendinden sorumludur; yaptıklarının hesabını herkes kendisi verecektir. Herkesin istediği yere gitme, istediği partide siyaset yapma hakkı var. Fakat hiç kimsenin aşağıda özetleyeceğimiz gidişata karşı bir itiraz, bir feryat ve vicdan kanaması olan Halkın Sesi’ni susturma, Halkın Sesi Partisi’ni kapatma hakkı yoktur. Kimse kanunlar böyle, çoğunluk isterse kapatır demesin. Biz kanunlardan ve çoğunluktan söz etmiyoruz. Haktan söz ediyoruz. Talebimiz şu: AKP’ye katılacak olan arkadaşlarımız Halkın Sesi Partisi’nden istifa etsinler, partinin kaderi ile ilgili kararı partide kalanlar versin.
1 Kasım 2010 tarihinde dönelim ve ne yaptığımızı hatırlayalım.
Önce dünyanın gidişatına itiraz ediyoruz:
“Üç yüz yılı aşkın bir süreden beri dünyaya egemen olan modern güç uygarlığı, başlangıçta vaat ettiği dünya cennetini kurmak şöyle dursun dünyayı cehenneme çevirmiştir. Bugün dünyada açlık, adaletsizlik, ayrımcılık, ırkçılık, insan hakları ihlalleri, iç çatışmalar, savaşlar, ekonomik krizler ve çevre felaketleri kol gezmektedir. Ülkeler ve insanlar arasındaki tek ilişki modeli tahakküm olmuştur; barış ve adalet için kurulduğu iddia edilen başta BM olmak üzere tüm uluslar arası kuruluşlar güçlülerin tahakküm aracına dönüşmüştür.”
Peki, ne oldu; iki yılda dünya mı değişti?
Türkiye’nin gidişatına itiraz ediyoruz:
“Tüm dünya gibi ülkemiz de on yıllardan beri bu güç uygarlığının tasallutu altındadır. Yıllardır Türkiye’yi yönetenler bu tasalluttan kurtulmak için hiçbir şey yapmamışlar, aksine güç uygarlığının tahakküm ilişkilerini tekrar takrar üretmişlerdir. Halkımız tarafından büyük ümitlerle iktidara taşınan AKP de yeni bir hayal kırıklığı olmuştur. On yıldır işbaşında olan iktidar partisi, tahakkümcü ve yağmacı güç uygarlığının yeni biçimi olan neo-liberal sistemin taşıyıcılığını yapmıştır. Bugün Türkiye sekiz yıl önceki sorunları aynen yaşamakta; kimlikler üzerinden kutuplaşma, toplumsal gerginlik, ayrımcılık, adaletsizlik, yolsuzluk, kent yağması artarak devam etmektedir. Kürt sorunu ve bunun yüklediği terör daha da karmaşıklaşmış uluslar arası bir boyut kazanmıştır. Türkiye, komşu ülkelerdeki çatışmaların tarafı haline getirilmiştir.”
“Muhalefet partileri de demokrasiyi iktidar oyunu olarak algılamakta; onlar da seçmeni kimlikler ve yaşam tarzları üzerinden taraftara dönüştürerek iktidar devşirmeye çalışmaktadır. İktidarsa imtiyaz elde etme, kamu kaynaklarının yağmalanması, yandaşlara aktarılması ve tahakkümün aracı olarak görülmektedir.”
Peki, ne oldu; Türkiye mi değişti?
Hayır, Değerli Arkadaşlar.
İki yılda dünya daha da yaşanmaz hale, Türkiye daha çok sorunlu bir ülke durumuna gelmiştir. Siyaset de eski bildiğimiz siyasettir; devlet hala birikim ve tahakküm aracı olarak görülmektedir. İnsan hala devlete/siyasete ve piyasaya/ekonomiye kurban edilmektedir. Tüm mekanizmalar güçlüler için işlemektedir.
İşte Halkın Sesi Partisi bu gidişata itiraz etmiş ve şu can alıcı tarihi sözü söylemiştir.
“İnsanlar eşittir, hiç kimse diğerinden üstün ve imtiyazlı değildir.”
Arkadaşlar, bu sözü biz icat etmedik. Bu söz peygamberlerin; Hz. Muhammed’in, Hz. İsa’nın, Hz. Musa’nın, Hz. İbrahim’in, onların izleyicilerinin, insanlık adına, vicdan adına konuşan herkesin sözüdür. Bu söz adalet ve özgürlük mücadelesi vermiş olan herkesin sözdür. Evet, bu söz sözlerin başıdır. Önce “eşitlik” diyeceksiniz sonra özgürlük ve adalet, çünkü imtiyazların olduğu yerde özgürlük ve adaletten söz edilemez.
Biz bu sözün üzerinde bir siyasi parti kurduk. Siyasi parti kurduk ki insanları köleleştiren fitnelerle mücadele edelim, fitneyi ellerimizle kaldıralım. Fitneyi kaldıralım ki insanlar özgürleşsin. Anlaşılan o ki, bazı arkadaşlarımız, “hizmet” iddiası ile iktidar partisine katılıyorlar. Bu çok klasik, çok bildik bir bahane. Biz ise siyaseti insanı özgürleştirmek adına yapacağımızı söyledik. Bakın nasıl söylemişiz?:
“Devlet, zenginlerin fakirleri, güçlülerin güçsüzleri, çoğunluğun azınlığı, organize olanların olmayanları tahakküm altına almaları veya sömürmeleri için bir araç olamaz.”
“En geniş anlamda devletin varlık nedeni, insanı kuşatan ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve ideolojik engellerin kaldırılarak insanın ve toplumun özgürleştirilmesi; hak ve özgürlüklerin soyut birer hukuki statü olmaktan çıkartılarak yapılabilir ve gerçekleştirilebilir durumlar haline getirilmesi ve toplumsal yapının adalet ile kaim bir şekilde korunması ve güvenliğinin sağlanmasıdır.”
“Bizim tasavvurumuzdaki Türkiye’de siyaset, bir zenginleşme aracı olarak kullanılamayacağı gibi başkaları üzerinde tahakküm kurma ya da kamusal süreçler aracılığıyla topluma şekil verme uğraşısı da olmayacaktır.”
“Hiç kimse içinde yaşadığı topluma, çevreye ve doğaya zarar vererek zenginleşemez. Devletin görevi, servetin, herhangi bir üretim sürecine konulmaksızın belli eller arasında dönüp dolaşan bir tahakküm aracı olmaktan çıkartılması ve sosyal refah için kullanılması yönünde gerekli önlemleri almasıdır.”
İşte devrim Arkadaşlar, siz güç uygarlığına karşı bir devrim manifestosunun altına imza atmıştınız. Hatırlatıyoruz:
“Biz, insanın eşitliğini, kutsallığını ve muhteremliğini esas alan bir heyetiz. Bütün insanları Hz. Âdem’in evlatları olarak görüyoruz. Aralarında hiçbir ayırım kabul etmiyoruz.
İnsanların ekmeğini ve hürriyetini teminat altına almak siyasetimizin varlık nedenidir. Onların söz, yetki ve karar hürriyetleri asla ellerinden alınamayacak. İnsanlara bunu taahhüt ediyoruz. Bunun dışındakiler; daha iyi yollar, daha iyi okullar, daha iyi hastaneler takatimizle mukayyettir. Ancak şunu tekrar tekrar taahhüt ediyoruz. Hiç kimse rızık endişesi ve istikbal korkusuyla kimsenin önünde eğilmeyecek, kimseye kulluk etmeyecektir. Bu bizim itikadımızdır. Bu itikadımızı hiçbir güç bozamaz.”
Sayın Genel Başkan, Değerli Arkadaşlar, birlikte Halkın Sesi Partisi’ni kurarken başka bir önemli iş daha yaptık. Onu da hatırlatıyoruz:
“Bugüne kadar insanları köleleştiren sistemlerle mücadele edenler, farklı inanç, felsefe, değer yargıları ile hareket ettiler. Şimdi burada birleşiyoruz, kula kulluğa, sömürüye, adaletsizliğe karşı çıkanlar bu partide, bu çatı altında güçlerini birleştiriyor. Buna inanan bütün insanları burada, bu çağrı etrafında toplanmaya davet ediyoruz.”
Bu da bir ilktir; Türkiye siyasetinde ilk defa böyle bir şey oluyor, ilk defa insanların özgürleşmesine inananlar bir program etrafında birleşiyor ve birlikte siyaset yapmaya karar veriyor.
Elbette dahası da var. Biz birbirimize ve halkımıza bir önemli söz daha verdik:
“Çift dil ve çift gündemimiz olmayacak, sizlerin dışında hiç kimseyle gizli bir ittifakımız olmayacak, halkımızın dışında hiçbir güç odağına dayanmayacağız.”
Bu söz ortada duruyor. Sayın Genel Başkan, siz verdiğiniz söze bağlı kalmadınız, bizim bilgimiz dışında görüşmeler yaptınız, kararlar verdiniz.
Sayın Genel Başkan verdiğiniz başka sözler de var. 1 Ekim 2010 tarihinde istifa ettiğiniz Saadet Partisi’nin önünde şunları söylediniz:
“Reel politiğin cazibesine kapılıp ideallerimizi terk etmeyeceğiz.”
Şimdi “Muhalefette iken söylediklerimizi söylemeye devam edeceğiz, bu sadece bir stratejik karardır, iddia ve ideallerimizden vazgeçmiyoruz” diyorsunuz. Sayın Başkan, buna gerçekten inanıyor musunuz? Yani iktidar partisi size böyle bir fırsat veriyor, öyle mi? İktidar partisinin başkanı size “gel bizi baştan sona değiştir, biz yolumuzu şaşırdık bizi yola getir” diyor, öyle mi? Yani siz, şimdi iktidara gidiyorsunuz, iktidarın on yıldan beri uyguladığı ekonomik politikaları değiştireceksiniz, öyle mi? Yani şimdi sizi iktidar partisi çağırıyor, gidip nükleer enerjiyi yasaklayacaksınız, öylemi? Sayın Başbakan, Suriye sınırında iki tane mermi patladı diye NATO’yu davet ediyor. Şimdi siz gideceksiniz, “NATO sırtımızdaki gâvur leşidir” demeye devam edeceksiniz ve NATO’dan çıkacak, seçim beyannamesinde belirttiğimiz gibi İncirlik Üssünü kapatacaksınız, öyle mi?
Sayın Başkan, bu yaptığınız düpedüz reel politiğe esir olmaktır. Sizin stratejik karar dediğiniz reel politiğin peşine takılmaktan başka bir şey değil.
Bu sözlerle belki kendinizi ikna ediyorsunuz ama bizi değil, Halkın Sesi Partisi’ni umut olarak gören bu ülkenin mazlumlarını, mağdurlarını değil. Hatırlayın Sayın Başkan, 1 Ekim 2010 tarihinde Saadet Partisi’nin önünde ne demiştiniz bu ülkenin mazlumlarına ve mağdurlarına:
“Bir tek borcumuz vardır. Bu ülkenin mazlumlarına, bu ülkenin mağdurlarına, bu ülkenin unutulmuşlarına, bu ülkenin horlanmışlarına borçluyuz. Bu borcu ödemek için bütün gücümüzle mücadele edeceğiz”
Sayın Başkan, şimdi bu ülkede on yıldır yeni mazlumlar, yeni mağdurlar, yeni unutulmuşlar, yeni horlanmışlar üreten bir iktidar sizi çağırıyor ve gidiyorsunuz.
Oysa biz uzun soluklu bir mücadele için yola çıkmıştık; bu ülkenin ve dünyanın mazlumları, mağdurları, unutulmuşları ve horlanmışları için çalışacaktık, ne güzel de ifade etmiştiniz, dünyanın madunları adına siyaset yapacaktık. Siz çağırmıştınız bizi, 1 Ekim 2010’da Saadet Partisi’nin önünde yaptığınız konuşma ile:
“Arkadaşlarımı, dava kardeşlerimi ve tüm milletimizi uzun soluklu bir mücadeleye, yol arkadaşlığına, omuzdaşlığa davet ediyorum.”
Geldik Sayın Başkan, buradayız. Peki, şimdi siz nereye gidiyorsunuz? Mazlumların, mağdurların, unutulmuşların ve horlanmışların özgürlüğü için atan yüreklerimize şimdi hangi kapıdan girmeyi teklif ediyorsunuz?
Sayın Başkan, Değerli Arkadaşlar; hatırlayın “ne siyasa/devlet ne piyasa” demiştik. Şu cümle seçim beyannamemizden:
“Statükocu partiler devleti merkeze almakta, bireyi ve toplumu edilgen kılmakta, toplumu şekillendirme sevdasında vazgeçmemektedirler. Kendini reformcu olarak tanıtan ama aslında politik muhafazakâr olan AKP ise piyasayı merkeze alıp toplumu piyasaya ve dış dinamiklere bağımlı kılmaktadır. Piyasa dediğimiz de ağırlıklı olarak İMKB’de işlem gören küresel finans kapital ile onun ortağı olan yerli finans burjuvazisidir.”
Bugün iş daha da vahim bir noktaya gelmiştir. AKP artık muktedir olduğuna inanmakta ve devlet gücünü ala bildiğine piyasanın emrine vermektedir. AKP bu arkadaşlar; bazı arkadaşlarımızın kapısında toplandıkları AKP şimdi devlet oldu ve devleti de piyasanın çıkarları doğrultusunda kullanıyor.
Arkadaşlar, sürekli olarak vesayetle mücadele edildiği söyleniyor. Ama halk bir türlü belirleyici olamıyor. Önceden sivil/asker oligarşisi ile piyasa oligarşisinin koalisyonu vardı, şimdi parti oligarşisi ile piyasa oligarşisinin koalisyonu var. Şu işte bir tuhaflık yok mu? Darbelerle mücadele ettiğini söyleyen, 12 Eylülcüleri, 28 Şubatçıları yargı önüne çıkartan AKP 12 Eylül düzenini olduğu gibi koruyor. Hani de demişti Başkanımız? “12 Eylül’ün kayığına binenler darbecilerle mücadele edemez”. 12 Eylül’ün kayığı 1982 anayasasıdır, yasalarıdır, kurumlarıdır. Hala 12Eylülün seçim sistemini, siyasi partiler kanunu, meclis içtüzüğü geçerlidir. Bu cümlede seçim beyannamemizden: “Baraj sistemini savunmakla darbeleri savunmak arasında nitelik olarak bir fark yoktur.”
Sayın Başkan, şimdi ne oldu, AKP’nin değiştiği ya da değişeceğine dair bir bilginiz mi var? Bize Başbakan’la ne konuştuğunuzu anlatmadınız. AKP ile bütünleşme kararı aldık diyorsun. Kiminle aldın bu kararı? Nasıl bir bütünleşme, bu? Hala kimse bilmiyor. Korkarız siz de fazla bir şey bilmiyorsunuz; ne olacağınız, AKP’ye nasıl katılacağınız konusunda Başbakan’ın iradesine tam teslimiyet içindesiniz. Olsun, bu sizin kararınız, bizi ilgilendirmez. Ama arkadaşlarımıza, üyelerimize, Halkın Sesi’ne oy verenlere açıklamak zorundasınız, insanları yanıltmaya hakkınız yok. Bu nasıl bütünleşme Sayın Başkan?
“Muhalefetteyken söylediklerimizi söylemeye devam ececeğiz” diyorsun. Peki, AKP ile programları mı tartıştınız, AKP programını değiştirip Has Parti’nin programına mı uyacak? Siz ilgili kurullarda bunları hiç konuşmadınız; sonra da arkadaşlarımdan tam destek aldım diyorsun. Arkadaşlar neyi destekledi Sayın Başkan?
AKP’ye gitmeyi isteyen arkadaşlara soruyoruz, nereye gidiyorsunuz, hangi şartlarda gidiyorsunuz, kim biliyor bunları?
Bütün bunları bilmeden bir iş yapmak, AKP’ye gitmeyi istemek önceden verilen sözü çiğnemek demektir ki bu bir ahlaki sorundur. Yok, böyle değil de “biz artık bu programa inanmıyoruz” deniliyorsa o zaman bu arkadaşların bu partinin geleceği ile ilgili söz söyleme hakları yoktur.
Sayın Genel Başkan ve onunla beraber AKP’ye gitmek isteyen arkadaşlar, Halkın Sesi Partisi’ni bir kişi partisi, Numan Kurtulmuş’u sevenler kulübü, Kurtulmuş’u taşıma aracı, bir yere atlama taşı olarak görmüş olabilirler. Fakat biz öyle görmedik, görmüyoruz.
Bize göre Halkın Sesi Partisi, mevcut siyasetin içeriğine ve yapılış tarzına itirazın adıdır. Halkın Sesi Partisi, Firavunlaşmaya, Karunlaşmaya ve Belamlaşmaya direnişin adresidir. Halkın Sesi Partisi, haksızlıklara, hukuksuzluklara, yozlaşmaya, savrulmaya karşı bir çığlıktır. Halkın Sesi Partisi, iktidarı kendi dayanakları ve temelleri üzerinden sistematik bir şekilde eleştiren ve tutarsızlığını yüzüne haykıran yegâne harekettir.
Biz siyaseti itikadımızın bir dışavurumu, bir yansıması olarak anlıyoruz. İktidara değil ilkelerimize hedeflenen bir siyaset anlayışını ortaya koyuyoruz. Dolayısıyla iktidar olmayı bir amaç olarak değil üzerimize vacip olan ilkelerin ve siyasi duruşun muhtemel bir formu, mümkün bir sonucu olarak kabul ediyoruz.
Halkın Sesi Partisi, kuruluşundan sekiz ay sonra alelacele girdiği genel seçimlerde siyasi şartların bütün olumsuzluklarına, oluşturulan yapay gerilimlere ve yıldırıcı bir seçim barajına rağmen 328 bin insanın desteğini almıştır. Sayın Başkan, bu oyların şahsına verildiğini düşünüyorsa yanılıyor; bu insanların teveccühü bu siyasi anlayışa ve bu duruşadır. Şu da açık ki iktidar partisinin aldığımız oyla kıyaslandığında asimetrik bir şekilde artan öfkesi ve tahammülsüzlüğü de Halkın Sesi Partisi’nin bu farklı siyasi anlayışına ve duruşunadır.
Dün bu siyasi programı hep birlikte imzalamıştık, bu duruşu birlikte sergilemiştik. Dünden bugüne değişen bir şey yokken başta Sayın Genel Başkan olmak üzere bu partinin yöneticisi olan bazı arkadaşlarımızın bu keskin dönüşünün anlaşılabilir tek açıklaması kısa yoldan ve zahmetsizce iktidara ulaşmak arzusudur. Çok açık ki arkadaşlarımız, ilke ve idealleri bir tarafa koyup reel politiğin ayartıcılığına kapılmaktadırlar.Elbette kendi iradeleridir, istedikleri gibi davranabilirler. Ama kendileri giderlerken partiyi kapatmak istemeleri kabul edilemez.
Değerli Arkadaşlar, Halkın Sesi Partisi elbette bir ilkesel duruş, vicdani bir itirazdır. Ama bunun ötesi de var; bu parti, insanlara hatırlatan, insanları kötülüğe karşı durmaya, iyiliği çoğaltmaya çağıranların toplandığı adrestir. Toplumun her kesiminden vicdanlı ve insaflı insanlar, Halkın Sesi Partisi’ni karanlığın çoğaldığı, fitnenin arttığı, fırtınaların, krizlerin yaklaştığı sırada sığınılacak bir çatı olarak görmüşlerdir. Bu çatıyı dağıtmak, bu partiyi kapatmaya çalışmak büyük insafsızlıktır.
Sayın Genel Başkan, sizden ve sizinle beraber AKP’ye gitmek isteyen arkadaşlardan şu asgari ahlaki davranışı bekliyoruz. Parti programımıza, verdiğiniz sözlere tamamen aykırı bir iş yapıyorsunuz; partimizi terk ediyorsunuz. O halde partiden istifa edin, vedalaşıp-helalleşerek ayrılın. Aksi takdirde “hakkı seslendiren bir grubu susturmuş”, “hayırlı işlerle anılan bir kurumu lağvetmiş”, “giderayak yakıp-yıkmış” olursunuz. Bu hiçbir ahlaki ölçüye sığmaz, bunu hiçbir kültür, hiçbir değer sistemi kabul etmez.
Partimizin Kurucuları, Değerli Arkadaşlar,
İki aydan beri yaşananlar göstermiştir ki, bu bir birleşme ya da bütünleşme değildir. Olamazdı da. Çok açık ki Sayın Kurtulmuş ve bir kısım arkadaşlar, Halkın Sesi’nin programını terk edip AKP’ye katılacaklar. Bunca söylenen sözler boşmuş; iki yıldır çoluk çocuğunun nafakasından kesip partimizi açık tutmaya çalışan teşkilat mensuplarımız sadece bir araç, atlama tahtası konumuna düşürülüştür. Hala Sayın Kurtulmuş’a inanıp birlikte gitmek isteyecekler elbette olacaktır. Bu arkadaşlarımızın da AKP’nin kapısında istiskal edileceğinden hiç kuşku yoktur.
Kurucu üyelerimizi kongreye gelmeye ve Halkın Sesi’nin susmaması için oy kullanarak bu oyunu açığa düşürmeye davet ediyoruz.
Saygılarımızla.
Prof. Mehmet BEKAROĞLU Prof. Dr. Zeki KILIÇASLAN
Kurcu, Genel Başkan Yardımcısı Kurucu, Genel Başkan Yardımcısı
Prof. Dr. Cihangir İSLAM Prof. Dr. Cem SOMEL
Kurucu, GİK Üyesi Kurucu, GİK Üyesi
Prof. Dr. M. Hayri KIRBAŞOĞLU
Kurucu, Danışma Meclisi Üyesi
26 Ağustos 2012 Pazar
"HAS PARTİYİ KAPATMAK İSTEYEN ASLINDA BEKAROĞLU" DİYE ANLATILAN KARA PROPANGANIN ESASI OLAN KONUŞMADIR !
Mehmet Bekaroğlu
Halkın Sesi Partisi
GİK Toplantısı
14 Temmuz 2011 Ankara
Sayın Genel Başkan, Değerli Arkadaşlar,Halkın Sesi Partisi’nin bugüne kadar söylediklerini, kuruluş manifestomuz ve seçim beyannamesini esas alarak, satırbaşları ile hatırlatarak konuşmama başlıyorum.
1. Siyaseti insanların eşitliği ve özgürlüğü temelinde yapıyoruz.
İnsanlar eşittir, hiç kimse diğerinden üstün ve imtiyazlı değildir. Siyaset anlayışımız, tüm insanları siyasi haklara sahip, hür ve eşit bireyler olarak görür ve bu özellikleri haiz yurttaşı ve onların oluşturduğu toplumu güçlendirmeyi amaçlar. İnsan ve insan hakları, partimizin siyaset anlayışının temelini oluşturur.İnsan, ırkı, rengi, cinsiyeti, dili, dini, mezhebi, düşüncesi, memleketi ve sosyal konumu, ekonomik durumu ne olursa olsun “eşref-i mahlûkat”tır. Dolayısıyla asıl olan insanın bizzat kendisidir. İnsan, piyasadan da, devletten de önceliklidir.
Her insan, insan olması hasebiyle haklara; can ve mal güvenliğine, düşünce ve inancını ifade, barınma, sağlık, sosyal güvence, eğitim, istihdam hak ve özgürlüklerine sahiptir. Hak ve özgürlüklerin kullanılmasında sınırlarımız; iftira, hakaret, şiddete başvurulması, ırkçılık ve ayrımcılık yapılmasıdır. Partimiz hayatın her alanındaki şiddeti, ırkçılığı ve ayrımcılığı lanetler ve bunlara karşı mücadele eder.
2. Demokrasi anlayışımızın temelinde çoğulculuk vardır.
Demokrasi, belirli aralıklarla seçimlerin yapılmasından ibaret değildir. Yurttaşların, toplumsal ve siyasal süreçlere söz, yetki ve kararlarıyla katılması demokrasinin temel ilkesidir.Ülkenin başta güvenliği, dış politikası ve ekonomisi olmak üzere hiçbir stratejik alanı, siyasetin ve dolayısıyla yurttaş iradesinin belirleyiciliğinden soyutlanamaz. Yeni Türkiye’de böyle bir siyaset anlayışı yürürlüğe konacak, toplum adına söz söyleyecek ve karar verecek yegâne merci, siyaset kurumunun kendisi olacaktır.
Bu kapsayıcı yeni siyaset anlayışının yürütüleceği ve asla ayrılmayacağı çerçeve ise hukuk ve adalettir. Hayatın her alanına yayılmış siyasi çabanın nihai amacı, hukuk ve adaletin gerçekleşmesi; hukukun amacı ise insanın eşitliğini ve muhteremliğini güvence altına alan adaletin teminidir.
Bugün Türkiye’de siyaset, bir ekonomik çıkar ve tahakküm aygıtı olarak kullanılmaktadır. Bizim tasavvurumuzdaki Türkiye’de siyaset, bir zenginleşme aracı olarak kullanılamayacağı gibi başkaları üzerinde tahakküm kurma ya da kamusal süreçler aracılığıyla topluma şekil verme uğraşısı da olmayacaktır.
3. Türkiye halkına sözümüz
Siyasetimizi icra ederken insanlık tarihi boyunca her toplumda görülen ve insanlık onuru için mücadele edilmesi gereken üç bozulmaya karşı duracağımızı beyan ederiz:- Siyasal iktidarı, devlet erkini, kamu kudretini “bizden olmayanlar”, bizim gibi inanmayanlar, bizim gibi yaşamayanlar, bize oy vermeyenler, bize muhalefet edenler, hatta bizimle mücadele edenlere karşı bir tahakküm ve dayatma aracı olarak kullanmayacağız. Çünkü siyasal vekâlet bir emanettir, emanete asla ihanet etmeyeceğiz.
- Kamu kaynaklarını, devlet malını bizden yana olanlara, bizi destekleyenlere, bizimkilere aktarmayacağız. Bizim hırsızımız olmayacak ve hırsız bizdendir diye asla korunmayacaktır.
- Başta dini inançlar ve medeniyetimizin değerleri ile tarihi birikimimiz olmak üzere, insanlığın evrensel doğrusularından olan hiçbir değer, ilke ve kuralı kendimizin, yakınlarımızın, yandaşlarımızın, destekçilerimizin çıkarları için kullanmayacağız. Bu değerler üzerinden bir iktidar üretmeyeceğiz.
4. Ahlak anlayışımız
Bizim bireysel, kurumsal ve sisteme ilişkin genel ahlak anlayışımız ise şu temel ilkelere dayanır;İnsanın kendisine, diğer insanlara, doğaya, Yaratıcı’ya ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluk içinde olduğu bilinciyle davranması, geniş ufuklu ahlak anlayışımızın özünü meydana getirmektedir. Kim bir iyilik yaparsa kendine, bir kötülük yaparsa yine kendine yapmış olur ilkesine dayalı bir ahlak anlayışını benimsiyoruz. Bu anlamda ahlakla ilgili şu ilkelere bağlıyız:
- Kendin için istediğini başkası için de istemek.
- Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamak.
- Başkasına yapılan kötülüğü kendine yapılmış saymak.
- Kim olursa olsun, zalime karşı, mazlumun yanında olmak.
- Kendisinin ve yakınlarının aleyhine de olsa hak ve adaletten ayrılmamak ve doğru tanıklık yapmak
Bu değerleri sadece bireysel planda benimsemekle kalmayıp siyasetimizde ve sistemin inşasında esas olarak kabul etmekteyiz. Bunun için de şeffaf, hesap verebilir, yurttaşın denetimine açık, bilgi ve karar alma süreçlerinin demokratikleştiği bir sistemin vazgeçilmez olduğu ortadadır.
5. Devlet anlayışımız
Partimizce devlet, marufun yaşanması ve kamusal değerin üretilmesi için insanlar tarafından oluşturulmuş bir siyasal/tarihsel ve hukuki organizasyon olarak görülür ve beşeri olması hasebiyle hiçbir kutsiyete sahip değildir. Devlet, araçsal bir kurum olduğu için asıl olan insan ve toplumun kendisidir. Devlet, insanın toplum tarafından kuşatılarak yok edilmesine müsaade etmeyeceği gibi insan-aile ve toplum dengesini korumak da devletin asli ve birincil fonksiyonudur.Devlet, zenginlerin fakirleri, güçlülerin güçsüzleri, çoğunluğun azınlığı, organize olanların olmayanları tahakküm altına almaları veya sömürmeleri için bir araç olamaz.
En geniş anlamda devletin varlık nedeni, insanı kuşatan ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve ideolojik engellerin kaldırılarak insanın ve toplumun özgürleştirilmesi; hak ve özgürlüklerin soyut birer hukuki statü olmaktan çıkartılarak yapılabilir ve gerçekleştirilebilir durumlar haline getirilmesi ve toplumsal yapının adalet ile kaim bir şekilde korunması ve güvenliğinin sağlanmasıdır.
Devlet, hiçbir dinin, dilin, mezhebin, felsefi düşünce, dünya görüşü ve ideolojinin taşıyıcısı, koruyucusu, yerleştiricisi ve tarafı olamaz. Devlet, herkese ve her kesime karşı eşit mesafede ve hakem olmak zorundadır.
Devlet, herhangi bir dinin inanç, ibadet ve vecibeleri ile eğitim, öğretim ve öğrenimini icbar etmez. Dinin inanç, ibadet ve vecibelerini yerine getirme özgürlüğü ile serbestçe eğitim, öğretim ve öğrenim hakkını yasaklayan veya kısıtlayan kural da koyamaz.
6. Ekonomi Politiğimiz
Bütün insanlar varlık âlemindeki nimetlerin eşit ortağıdır.Kaynakların sınırlı ihtiyaçların sonsuz olduğu büyük bir yalandır.
Sorun, kaynakların sınırlı olması değil ihtirasların fazlalığı ve israftır.
Devlet, iktisadi birikim aracı olamaz. Devletin iktisadi temel amaç ve vazifesi, sosyal refaha aracılık etmek ve yardımcı olmaktır.
Bize göre herhangi bir ekonomi politikası veya kamu uygulamasının büyümeden ziyade sosyal refah üzerindeki etkisi önem taşımaktadır. Her büyüme kendiliğinden ve zorunlu olarak sosyal refahı artırmadığı gibi, birçok büyüme deneyimi sosyal refah kaybı pahasına gerçekleşmektedir.
Yoksulluk, salt ekonomik araç ve aygıtlardan yoksun olmakla sınırlı olmayıp topluma etkin bir şekilde katılımı engelleyen her durum da yoksulluktur.
Yoksullukla mücadele, piyasa dinamiklerine, ekonomik konjonktüre, büyüme sürecine ve yardıma muhtaç bırakan ekonomiye bırakılmayacak kadar hayati bir konudur.
Ekonomik etkinlik ile adalet ilkesinin çeliştiği noktalarda, kamu kudretinin tercihi adaletten yana olmalıdır. Adalet, hiçbir amaç ve gerekçeyle terk edilmez ve ötelenemez. Ekonomik gerekçelerle ilerde elde edilecek daha yüksek düzeyde adalet gayesiyle mevcut durumda adaletten taviz vermek (ötelenmiş adalet anlayışı) en büyük adaletsizliktir.
Devlet emek ile sermayenin pazarda karşı karşıya geldiği ortamda, zayıf olan emeği koruyucu önlemler almak zorundadır.
Servetin, değerin ve ederin temel kaynağı ne üretim ne piyasa ne marjinal fayda ne de emektir. Servetin, değerin ve ederin kökeni toplumdur. Üretilen üründe bize göre nimet, emek, bilgi asli faktör; sermaye ikincil faktördür. Ürün, bu faktörler arasında katkıları oranında pay edilmelidir. Burada taraflardan emek, akıl (bilgi) ve sermaye bellidir, paylaşımda paylarını almaktadırlar; ancak nimet payını kimler alacak ve nasıl hesaplanacak?
Nimetler herkese ait olduğundan şu veya bu nedenle asgari ihtiyacı karşılanamayan tüm insanların; çalıştığı halde asgari ihtiyacını karşılayamayanlar, iş bulamadığı için veya özürlü olduğu için çalışamayanlar bu gurupta yer alır, bir başka ifadeyle bu pay tüm yoksullara aittir ve bu pay tüm yoksulların insan onuruna yaraşır asgari ihtiyaçlarını karşılayacak büyüklükte olmalıdır.
Dolayısıyla üretim sürecinde yer almasına bağlı olmaksızın, toplumda üretilen refahtan ve var olan servetten tüm toplum bireyleri pay sahibidir. Her vatandaş, içinde yaşadığı toplumun standartlarına uygun olarak insanca yaşama hakkına sahiptir.
Hiç kimse mülkiyet, miras ve sözleşme hakkından mahrum bırakılmaz. Mülkiyet hakkı, başka insanları ve tabiatı tahribi de içeren bir sınırsız hak değildir. Hiç kimse içinde yaşadığı topluma, çevreye ve doğaya zarar vererek zenginleşemez.
Devletin görevi, servetin, herhangi bir üretim sürecine konulmaksızın belli eller arasında dönüp dolaşan bir tahakküm aracı olmaktan çıkartılması ve sosyal refah için kullanılması yönünde gerekli önlemleri almasıdır.
Kamunun getireceği mali kamusal yükümlülükler sahip olunan gelir ve servete mütenasip olmak zorundadır. Herkesin gelir ve servetiyle doğru orantılı olarak kamusal mali yükümlülük üstlenmesi zorunludur.
Para, çevre, doğal kaynaklar ve emek gibi tabiatı icabı meta olmadığı için piyasa konusu edilemeyen şeylerin değeri piyasada adalete uygun bir şekilde belirlenemez. Aynı şekilde kamusal nitelikleri tartışılmaz olan eğitim, sağlık ve güvenliğin de piyasa tarafından etkin ve eşitlikçi bir şekilde üretilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bunların değerinin piyasa güçlerinden ziyade kamu otoritesinin adaleti temin eden girişimleri tarafından belirlenmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Sonuç itibariyle partimizce ekonomi politikası düzenlenirken, kaç kişinin açlık ve yoksulluk sınırının üzerine çıkartıldığı, kaç kişiye iş/istihdam sağlandığı, kaç kişinin kendi işinin sahibi haline getirildiği, kişiler arası gelir ve servet dağılımının ne kadar yakınlaştığı gibi sorular temel ölçüt olarak kullanılacaktır.
7. Hülasa
İlk ve son cümlemiz nedir, nihayetinde ne diyoruz; insanı, aileyi, toplumu, devleti, piyasayı, uluslar arası ilişkileri hangi cümle içinde değerlendiriyoruz?Biz, insanın eşitliğini, kutsallığını ve muhteremliğini esas alan bir heyetiz. Bütün insanları Hz. Âdem’in evlatları olarak görüyoruz. Aralarında hiçbir ayırım kabul etmiyoruz.
İnsanların ekmeğini ve hürriyetini teminat altına almak siyasetimizin varlık nedenidir. Onların söz, yetki ve karar hürriyetleri asla ellerinden alınamayacak. İnsanlara bunu taahhüt ediyoruz. Bunun dışındakiler; daha iyi yollar, daha iyi okullar, daha iyi hastaneler takatimizle mukayyettir. Gökten yağmur indikçe, yerden nebat bittikçe, yani takatimiz arttıkça bunları da adaletle ve mümkün olan en iyi şekilde yerine getireceğiz. Ancak şunu tekrar tekrar taahhüt ediyoruz. Hiç kimse rızık endişesi ve istikbal korkusuyla kimsenin önünde eğilmeyecek, kimseye kulluk etmeyecektir. Bu bizim itikadımızdır. Bu itikadımızı hiçbir güç bozamaz.
Her şey; iç ve dış politika, bu prensip etrafında dönecek, asla bu prensibin dışına çıkılmayacaktır.
Çift dil ve çift gündemimiz olmayacak, sizlerin dışınızda hiç kimseyle gizli bir ittifakımız olmayacak, halkımızın dışında hiçbir güç odağına dayanmayacağız.
Bugüne kadar insanları köleleştiren sistemlerle mücadele edenler, farklı inanç, felsefe, değer yargıları ile hareket ettiler. Şimdi burada birleşiyoruz, kula kulluğa, sömürüye, adaletsizliğe karşı çıkanlar bu partide, bu çatı altında güçlerini birleştiriyor. Buna inanan bütün insanları burada, bu çağrı etrafında toplanmaya davet ediyoruz.
Has Parti bunları söyledi; insanların eşitliğini, özgürlüğü ve adaleti savundu. Doğrudur; bunları etkili şekilde ifade etmek için zaman ve imkân sorunu vardı. Doğru olan bir başka şey de; içinden geçmekte olduğumuz şartların seçmeni bu söylemlere kapatmış olmasıydı. Bütün bunlara rağmen sözlerimizin seçmene ulaştığını biliyoruz. İnsanlar bizim farklı olduğumuzu; yüksek idealler uğruna siyaset yaptığımızı duydu. Duydu ama itibar etmedi, herkes “iyisiniz” dedi ama çok azı oy verdi.
Hiç kuşku yok ki hiç birimiz uçmuyordu, hepimiz yüksek oranlarda oy almayacağımızı biliyordu. Ancak yine hiç birimiz yüzde 1’in altında oy alacağımızı düşünmüyordu.
Has Parti gibi bir partinin yüzde 0,76 oranında oy alması tam bir hayal kırıklığıdır. Bu hayal kırıcı sonucun partinin eksiklikleri açısından nedenlerini elbette konuşmak gerekir. Ancak buna geçmeden bu sonucun toplum açısından anlamı üzerinde durmak gerekir.
Bu seçimde toplum mevcut durumu tek veri olarak kabul ederek seçimini yapmıştır. Geleceği hesap etmemiş, hiçbir istisna ve ihtiyat payına yer vermemiştir. Anlaşılır olsa bile bu durum bir toplum için sağlıklı bir davranış değildir. Liderler seçim meydanlarında alabildiğine bağırıp çağırarak toplumu kutuplaştırdı, kamplara ayırdı ve seçmenin tamamı bunların belirlediği saflarda toplanarak oy kullandı. Seçmenin tamamı “maslahat” için oy verdi, “yüksek idealleri” hiç kimse görmedi, millet “vicdan şubesi”ni adeta kapattı. Tarih bilgimizi yokladığımızda görüyoruz ki böyle durumlar çok azdır. Bu durum, bildiğimiz konvansiyonel siyaset yolu ile aşılamaz. O nedenle benim de aralarında bulunduğum bazı arkadaşlar, siyasi parti çalışmalarına ara verip toplumsal muhalefeti yeniden ve farklı araçlarla kurmanın daha doğru olacağını savundu.
Anlaşılan o ki Sayın Genel Başkan dâhil heyetinizin çoğunluğu siyasi faaliyetlere devam etmeden yanadır. Eğer siyasi faaliyetlere devam kararı alıyorsak o zaman “Nasıl devam edeceğiz?” sorusunu sormak durumundayız. Bu, alınan sonucun iç/bizden/partimizden kaynaklanan nedenlerini de tartışmak anlamına gelir. Ben ve kapatmadan yana olan diğer arkadaşlar, “Niçin kapatmalıyız?” üzerinde durduğumuz için “Nasıl devam edeceğiz?” konusuna hiç girmedik.
Şimdi ben kendi adıma “Nasıl devam edilir?” sorusuna cevap vereceğim. Öncelikle ifade etmeliyim ki, Sayın Genel Başkanımız seçim konuşmalarında defalarca süpermarketin rafları gibi olmadığımızı söylemesine rağmen, buradan bu soruya çok farklı cevaplar çıkacaktır. Bu da normaldir, hatta gereklidir. Bence bu farklı cevapları burada açıkça konuşalım, söylenmedik tek söz kalmasın. Bu müzakerenin sonunda yine ortak sonuçlara ulaşabiliyorsak devam edelim.
Hiç kuşku yok ki, bu müzakerelerin sonucunda alınacak karara yine itiraz edip yolunu ayıracak arkadaşlar olabilir. Bu da gayet normal bir şeydir. Bu müzakereler sonucunda oluşacak karara itiraz eden arkadaşların bunu niçin yaptıklarını bileceğimiz için onlara kimse “hain, arkadan hançerleyenler” diyemeyecektir.
Toplantı adabı konusunda da bir uyarı yapmak istiyorum; burada çok önemli bir konuda müzakere yapıyoruz; hiç kimse hiçbir baskı altında kalmamalı, herkes düşüncesini özgürce ifade etmeli. Konuyu tartıştığımız son iki GİK toplantısında konuşmacılara sürekli salondan müdahaleler geldi, sanki örgütlenmiş gibi insanlar oturdukları yerden sürekli laf attılar, toplantıyı yöneten Sayın Genel Başkansa bu duruma müdahale etmedi. Bunlar doğru değil. Herkes toplantı adabına uygun şekilde dinlemeli ve söz aldığında da her şeyi açık açık konuşmalıdır.
Değerli Arkadaşlarım, olgun bir heyet olduğumuzu gösterelim. Burada öyle bir konuşalım ki sonunda herkesin dediği anlaşılsın, ayrılanlar olursa kimse kimseye “hain” demesin, diyemesin, insanlar helalleşerek yollarına devam etsin.
Arkadaşlar, bir daha ifade ediyorum, şimdi sıralayacağım sorunların tamamını aşmış olarak seçime girmiş olsak bile bu seçimde alacağımız sonuç çok farklı olmayacaktı, belki yüzde bir buçuk olurdu ki bu bile benim eşik değerim olan bir milyon oyun altındadır.
Yine de siyasete devam edeceksek mutlaka aşağıda sıralayacağım radikal kararları almak zorundayız. Aslında seçimden kabul edilebilir bir sonuç almış olsak da bunları konuşacaktık; nitekim Sayın Genel Başkan’la seçim sırasında 13 Haziran’dan itibaren partinin adeta yeniden kurulması gerektiğini defalarca konuşmuştuk.
Söylem
Konuşmamın başında bizlerin nasıl bir manifestoya imza attığımızı ana başlıkları ile ifade ettim. Biz, insanların eşitliği – ki bunu haklarda eşitlik, nimetlerin paylaşımında eşit ortaklık diye tarif ediyoruz- temelinde siyasal ve ekonomik sistemi değiştireceğimizi, dünya ile ilişkilerimizi de bu ilke üzerine kuracağımızı söylüyoruz. Ben bu söyleme inanmaya devam ediyorum; Manifestomuzun sonundaki şu sözlere bütün kalbim ve varlığımla inanıyorum:“İlk ve son cümlemiz nedir, nihayetinde ne diyoruz; insanı, aileyi, toplumu, devleti, piyasayı, uluslar arası ilişkileri hangi cümle içinde değerlendiriyoruz?
Biz, insanın eşitliğini, kutsallığını ve muhteremliğini esas alan bir heyetiz. Bütün insanları Hz. Âdem’in evlatları olarak görüyoruz. Aralarında hiçbir ayırım kabul etmiyoruz.
İnsanların ekmeğini ve hürriyetini teminat altına almak siyasetimizin varlık nedenidir. Onların söz, yetki ve karar hürriyetleri asla ellerinden alınamayacak. İnsanlara bunu taahhüt ediyoruz. Bunun dışındakiler; daha iyi yollar, daha iyi okullar, daha iyi hastaneler takatimizle mukayyettir. Gökten yağmur indikçe, yerden nebat bittikçe, yani takatimiz arttıkça bunları da adaletle ve mümkün olan en iyi şekilde yerine getireceğiz. Ancak şunu tekrar tekrar taahhüt ediyoruz. Hiç kimse rızık endişesi ve istikbal korkusuyla kimsenin önünde eğilmeyecek, kimseye kulluk etmeyecektir. Bu bizim itikadımızdır. Bu itikadımızı hiçbir güç bozamaz.
Her şey; iç ve dış politika, bu prensip etrafında dönecek, asla bu prensibin dışına çıkılmayacaktır.
Çift dil ve çift gündemimiz olmayacak, sizlerin dışınızda hiç kimseyle gizli bir ittifakımız olmayacak, halkımızın dışında hiçbir güç odağına dayanmayacağız.
Bugüne kadar insanları köleleştiren sistemlerle mücadele edenler, farklı inanç, felsefe, değer yargıları ile hareket ettiler. Şimdi burada birleşiyoruz, kula kulluğa, sömürüye, adaletsizliğe karşı çıkanlar bu partide, bu çatı altında güçlerini birleştiriyor. Buna inanan bütün insanları burada, bu çağrı etrafında toplanmaya davet ediyoruz.”
Şimdi size soruyorum kıymetli arkadaşlarım, bu sözlere, başta Genel Başkan olmak üzere, hepimiz inanıyor muyuz, bu sözler bizim itikadımız mıdır? Evet, bence rakiplerimiz ve seçmenin çoğunluğu bu sözlerimizi duydu. Rakiplerimiz bu sözlerden çok korktu, seçmense “Ben maslahatın peşinde gidiyorum, bu sözleri dinleyecek durumda değilim” dedi. Peki, sizler ne diyorsunuz bu sözlere?
Kimse kusura bakmasın; Genel Merkez dâhil teşkilatlarda birçok insanın bunları tam anlamıyla içine sindirmediğini gördüm. Arkadaşlar, şunu kabul edelim ki, teşkilat mensuplarımızın bir kısmı partimizi AK Parti’yi ikame edecek bir parti olarak gördü. Birçoğumuz Ak Partililer tarafından yaygınlaştırılan “Şimdi değil, bir daha sefere” sözünü çok sevdi. O nedenle çalışmadı, bir daha seferi bekledi.
Siz de şahit olmuşsunuzdur, ben İstanbul’da teşkilatlarımızın topladıkları parayı bile harcamayıp seçimden sonraki masraflar için ayırdığını gördüm. Bu arkadaşlarımızın çoğu partimizin manifestosunu okumamışlardı, okuyanlar da bunlara sadece parlak sözler olarak bakıyordu.
Teşkilat mensuplarımızın bir kısmı ise Has Parti’ye “Milli Görüş’ün yeni versiyonu” olarak bakıyordu. Bu arkadaşlar seçim boyunca en etkili tanıtım çalışmamız olan 1 Mayıs etkinliklerine katılmayı bir sapma olarak gördüler, bunu sabote etmek için ellerinden geleni yaptılar. Olmayınca da her tarafta “Bekaroğlu, Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine en son ne zaman katıldı, bilen var mı?” diye tezvirat yaptılar.
Hala ve burada bile bu tezviratlar devam ediyor. Açık konuşacağız arkadaşlar. “Kılıçarslan’ı çok sevdik, Cem Somel’i tanımaktan çok memnunuz ama bu sol görüntü, bu Müslüman sol işi bizi yıktı” diyenler var. Bu ikiyüzlülüktür ve ayıptır. Arkadaşlar, sözümüz, manifestomuz, orada duruyor, hepimiz imzaladık ve kurucu olduk. Bu sözler sol mu, bu sözler Müslüman sol mu, işte orada duruyor ve hepimiz okuyoruz.
Biraz evvel ifade ettim, ben bu sözlere inanıyorum. Bana göre söylem konusunda bir sorun yok. Şimdi burada, bu yetkili kurulda öncelikle bu sözler tartışılsın. Bu partinin söyleminin bu olduğuna tekrar karar verilirse diğer sorunları konuşmaya devam edelim. Ben hayatımı bu söylemlerin üzerine kurdum, bu sözler benim itikadımdır ve asla itikadımdan dönecek değilim.
Eğer partinin söylemi bunlar olmayacaksa ben bu partide yer almam. O zaman devam edenler yeni söylemi tartışırlar. Ben de bu söylemlerle beraber bu partiden giderim. Açık açık konuştuğumuz için de kimse bana “hain” diyemez. Zeki Kılıçarslan, Cem Somel ve diğer arkadaşlar tabi kendi kararlarını verirler ama bu söylem onlarla yıllardan beri konuştuğumuz sözlerle çok örtüşüyor, üstelik o zaman biz bu sözler için ne “sol” ne de “Müslüman sol” yakıştırması yapıyorduk.
Burada söylem ve nasıl bir parti konusunda birkaç söz daha söylemek istiyorum. Arkadaşlar, Ak Parti taklidi ve yeni Milli Görüş partisi siyaseten de anlamsızdır. Çünkü Milli Görüş’ün tek temsilcisi olduğunu söyleyerek oy isteyen Saadet Partisi orada durmaktadır, nostaljik takılanların adresi Saadet Partisidir. Yine Ak Parti de orada duruyor; niçin taklidine itibar edilsinki! Kaldı ki bugün Ak Parti geleneksel Milli Görüş söyleminde ne varsa onu yapmaktadır. Bana göre Milli Görüş’ün nostaljik temsilcisi Saadet’tir ama Milli Görüş’ün günümüzdeki siyasi temsilcisi Ak Parti’dir. Çünkü Ak Parti, maddi kalkınmadan lider ülkeye, manevi kalkınmadan İslam birliğine kadar Hoca’nın tüm hayal ettiklerini gerçekleştirmiştir. Neticede, İslamcılığın Milli Görüş versiyonu Müslümanların iktidarını amaçlamıyor muydu; işte Müslümanların iktidarı ve işte üretilen abdestli kapitalizm!
Stratejimiz
Değerli arkadaşlar, bizim durumumuz nedir; bir şey mi olmak istiyoruz, bir şeyler mi yapmak istiyoruz? Bu soruya herkesten önce Sayın Genel Başkan cevap vermeli. Seçimde arkadaşlarımız “Hükümet yorulmuş, Başbakan Kurtulmuş” sloganı attılar. Yani “Ak Parti yıpranıp gidecek biz geleceğiz” mi diyoruz? Bakın, böyle bir şey yok, Hükümet yorulmuş filan değil. Yorulsa da bu halimizle biz gelemeyiz. Kaldı ki, Ak Parti’yi ikame edecek bir Has Parti’nin bir anlamı yok.Şuna karar vermeliyiz: Biz iktidara bir an evvel gelmek isteyen, ille de bir şeyler olmak isteyen bir heyet miyiz yoksa Türkiye’nin siyasal ve ekonomik düzenini, eşitlik ve adalet ilkeleri çerçevesinde değiştirecek, devrimci, ideolojisi ve iddiaları olan bir siyasi ekip miyiz? Herkesin Numan Kurtulmuş’u seviyor ve beğeniyor olması güzel de bu bizi nereye götürecek? Böyle yürünmez. Bir siyasi partinin programının beğenenlerin olduğu kadar beğenmeyenleri de olmalı; ne dediğimizi herkes anlamalı, bizi destekleyenler de bize karşı çıkanlar da olmalı.
“Siyasi çizgimiz nedir, bir siyasi yelpazenin neresinde duruyoruz?” sorusu önemli. Bazı arkadaşlarımız, Milli Görüş çizgisinden uzaklaştığımızı, sola kaydığımızı söylüyorlar. Bence bu doğru değil; biz ne Milli Görüş’ü tekrarlıyoruz ne de bilinen sol partilerden biriyiz. Bana kalırsa sorun, net, açık ve köşeli konuşmamamız, hiç kimseyi darıltmama gayreti ile kelimeleri eğik bükmemizdir. Ortaya eleştiriler yapıyoruz, kime Firavun, kime Karun, kime Bel’am dediğimiz belli olmuyor, devleti birikim aracı olarak kullananları teşhir etmiyoruz. Böyle olmaz, böyle yürünmez; açık konuşmalıyız, neye karşı olduğumuzu, neyi getirmek istediğimizi açık açık söylemeliyiz.
Kadro
Bana göre partimizin en başta gelen sorunu personelin, en azından personelin bir kısmının bu söyleme inanmaması, bir kısmının da bu söylemle uyumlu şekilde davranmaması, bu söyleme uygun olmamasıdır. Mesela; “Karunlaşmayacağız”, yani “kamu kaynaklarını, bizden yana olanlara, bizi destekleyenlere, bizimkilere aktarmayacağız” diyoruz ama devlet ihalesi kovalayan, bunun için yöneticilere yakın duran, hatta onların adamı olarak tanınan teşkilat mensuplarımız var. Dahası bu kaynakların partiye aktarılmasında hiçbir sakınca görmeyen, “keşke bir il belediyemiz olsaydı da bu maddi sıkıntıları yaşamasaydık” diyen insanlar var.Sözümüzle yaptıklarımızın örtüşmesi gerekir. İşte size niçin böyle bir sonuç aldık sorusunun cevabı. Söylemlerimiz sekülerleşti, sola kaydık diyen arkadaşlara selam olsun. Ben anormal derecede maneviyatçıyım. Özü sözü bir olmayanlara Allah’ın yardımı gelmez, Allah’ın rahmeti ve bereketi temiz yerlere iner. Âlemlerin Rabbi son gece bir milyon seçmenin kalbini bize yönlendirebilirdi. Yönlendirmedi; çünkü biz bunu hak etmedik.
Sayın Başkanım, siz Diyarbakır’da bu ülkenin en kirli, en karanlık insanın elini sıktınız ve bu iş öyle hiç de tesadüfen olmadı. Şimdi size soruyorum; niçin Allah’ın rahmeti ve bereketi bizim yanımıza insin?
Firavunlaşmayacağız, öylemi? Firavun olmak için piramitler diktirmeye gerek yok; insanları küçümsüyorsanız, kendinizin özel olduğuna inanıyor ve öyle davranıyorsanız, makamlarınızı herkesten farklı olarak döşüyorsanız, kendinizin herkesten farklı unvanlarla anılmasını istiyorsanız, insanların telefonlarına çıkmıyorsanız… sizde Firavunluk hastalığı başlamış demektir. Kimse üzerine alınmasın ama aramızda böyle davranan insanlar var.
Bu durum, her şeyden önce ahlaki bir sorundur; ahlaki sorun da tüm sorunların önünde gelir. Güzel sözlerin söylenmesi önemli ama bundan önemli olan bu sözleri kimlerin söylediğidir.
Şimdi açıkça söylüyorum; eğer bu söylemlerle devam edeceksek arkadaşlarımızın tamamını bu söyleme uygun olarak seçeceğiz. Uygun olmayanlar gidecek ve niye gittiklerini herkes bilecek. Aksi takdirde özümüz ve sözümüz ayrı olur ki ben o zaman bu heyetin içinde yer almam. Yer almam, çeker giderim ve hiç kimse bana “hain” diyemez.
İlişki biçimimiz: Hukukumuz
İnsanların eşitliğini temel alan bir siyasi heyetin arasındaki ilişki, eşitlik üzerine inşa edilmiş bir hukukla yürür. Evet, bir tüzüğümüz var, kurullarımız var ama ben ortada eşitlik üzerine bina edilen bir iç hukuk göremiyorum.Son derece edepli ve nazik bir Genel Başkanımız var; Başkanımızın tek bir insana nezaketsizlik yaptığı görülmedi. Ama bu partide kimin neyi hangi kurala göre yaptığı belli değil. Birçok iş yapılıyor ama bu işler hangi hukuka göre yapılıyor, bilinmiyor. Örneğin; ben bu partinin insan haklarından sorumlu genel başkan yardımcısıyım, insan hakları ile ilgili bir basın açıklaması yapıyorum, bu açıklama tüm basın organlarında yer buluyor ama partimizin sitesine giremiyor. Bense bunun niçin böyle olduğunun hiç öğrenemiyorum.
Arkadaşlar, size soruyorum, biz bugüne kadar bir karar aldık mı? Aldığımız kararları nasıl alıyoruz? Tüzüğümüze yazdık, başta genel başkan olmak üzere birçoğumuz defalarca dile getirdik, adaylarımızı üyelerimize sorarak belirleyecektik. Evet, biliyorum, üye sayımız azdı, birçok yerde aday müracaatları yeterli değildi, ama adaylarımızı nasıl seçtiğimizi Allah aşkına birisi açıklasın. Mesela İstanbul’da tuhaf adamlar aday oldu, ben kulağımla bir adayın şu kadar para verdim aday oldum dediğini duydum. Bunların bir açıklaması, bir hesabı olmayacak mı?
Herkes gibi ben de Genel Başkanımızın en büyük imkânımız olduğunu biliyorum, genel başkanı öne çıkarmakla doğru yaptık. Ancak biri bana söylesin, seçmen bu partide genel başkandan başka kaç kişinin adını biliyor? Bu partinin ikinci, üçüncü adamı var mı, yedi ayda genel başkan yardımcılarının bir tek basın toplantısı yapmadığı bir parti olur mu? Görüntü çok kötü arkadaşlar; burada bir tek adam var, Numan Kurtulmuş ve bütün diğerleri onun için buradalar, her biri birer araçtır. Görüntü bu. Bu kabul edilemez, ben şahsen hiç kimsenin adamı, aracı olmam. Hiç kimse seçkin ve seçilmiş değildir; Sayın Kurtulmuş sadece genel başkandır, ben de onun arkadaşıyım, yardımcısıyım. Bunun dışındaki hiçbir ilişki biçimini kabul etmem. Bu ilişkinin de bir hukukunun olmasını isterim.
Bu partinin organları hangi zamanlarda toplanır, kararları hangi kurallara göre alır; yedi aylık uygulamalarımızda bu soruların cevabı yoktur.
Bu partinin herkesin bildiği çalışma usullerinin, hukukunun olması gerekir. Açıkça söylüyorum eğer işleyen bir iç hukuk yoksa ben bu partide durmam; durmadığım için de bana kimse “hain” diyemez.
Finansman
Yine belgelerimizde yazdık ve her yerde söyledik; bu parti üyeleri tarafından belli usullere göre finanse edilecek bir parti olacaktı. Bunu bir türlü yapamadık, her yapma girişimimiz görülmez eller tarafından engellendi, zaman zaman “hani üyelerden gelen para” diye alay konusu yapıldı.Defalarca sorduk, hala sormaya devam ediyoruz; bu parti nasıl finanse ediliyor, bugüne kadar kim kaç para verdi, bu paraların kaynağı nedir? Evet, önümüze bir yuvarlak hesap konuldu ama bu paranın nereden geldiği ve nerelere, nasıl harcandığı söylenmedi.
Ben bu partinin genel başkan yardımcısıyım; bu konulardan hukuki olarak da sorumluyum, ama neler olduğunu bilemiyorum. Birileri partinin sahibi gibi davranıyor. Parti çalışanları yüzümüze bakmıyor bile, sanki maaşlarını parti değil de bazı kişiler ödüyor gibi bir hava var, sanki partinin değil de onların çalışanları gibiler.
Bazı arkadaşlar çok para harcamışlar ve çok para harcadıklarından çok söz sahibi olduklarını sanıyorlar, öyle davranıyorlar. Önemli toplantılarda gündem bile değiştiriyor, beğenmediklerine hadlerini bildirebiliyorlar. Hadleri bildirilenler de az para harcadıklarından cevap haklarını bile kullanamıyorlar; Sayın Genel Başkansa cevap hakkı vermediği arkadaşlarının hukukunu korumuyor. Bu partinin koridorlarında şu kadar para harcadık, Genel Başkan’a şu hediyeleri aldık diye dolaşan insanlar var. Böyle olmaz, bunları kabul edemeyiz.
Arkadaşlar, bu partiyi imece usulü ve üyelerimizin aidatları ile finanse edemeyeceksek hemen bu işi bırakalım. Parayı verenin düdüğünün çalındığı partide işim olmaz, bu konu çözülmezse, bugüne kadar olduğu gibi işler bu şekilde yürütülmeye devam edilirse ben bu partiden ayrılırım ve bana hiç kimse “hain” diyemez.
Çalışma şekli
Bu partinin bir yürütme kurulu var, bunların görev alanları ile ilgili bazı metinler hazırlandı ama pratikte kimin neyi hangi yetki ile yaptığı belli değil. Örneğin; ben insan hakları ve hukuk işlerinden sorumlu genel başkan yardımcısıyım. Burada insan hakları konusu belli ama “hukuk işleri”nin ne olduğunu ben bile anlamış değilim. Tanıtma, halkla ilişkiler ve diğer birimlerle ilgili de benzer durumlar var.Sayın Genel Başkanımız, çoğu zaman hiçbir karar almadığımız yetkili kurul toplantılarından sonra bazı görevlendirmeler yapıyor, ne var ki çoğu zaman bu görevlendirmelerin hangi amaçla yapıldığı anlaşılmıyor, esasında görevler de yapılamıyor. Örneğin; Sayın Başkan, seçim beyannamesi için bir heyet görevlendirdi. Ancak çalışma usulleri, takvimi ve yetkileri belli olmadığından iş ortada kaldı. Sonra bendeniz, durumdan vazife çıkararak, parti üyesi olmayan bazı arkadaşlarla bir metin ortaya çıkarmaya çalıştık. Benzer durum birçok defa tekrarlandı. Sayın Başkanımız maalesef işleri delege etmiyor. Bazı görevler verse bile bunların takibi yapılamıyor ve çoğu zaman iş ortada kalıyor.
Sayın Başkanımızın “her şeyi ben mi yapacağım” diye yakındığına defalarca şahit oldum. Doğru da Sayın Başkan, bunun sebebi sizsiniz, bizi yönetemiyorsunuz, çalıştırmıyorsunuz. Sistematik bir istişare ve karar mekanizması maalesef tesis edilemedi. Her şeyi siz yapıyorsunuz, her şeyi siz söylüyorsunuz. Hiçbir zaman ortak akıl, ortak söz ortaya çıkmıyor.
Elbette bunlar teknik konulardır, istenirse halledilebilir ama ortada bir usul olmadığı için sıkıntılar çıkıyor. Eğer siyasi çalışmalara devam edeceksek çalışma usullerini tespit etmeliyiz; hangi genel başkan yardımcısının neyi yapacağı belli olmalı. Genel Başkan mutlaka yetkileri paylaşmalıdır. Burada önemli bir konu da harcama yetkisidir; verilen işin mutlaka bütçesi belli olmalı ve bu bütçeyi yetkili arkadaşımız kullanmalı.
Parti genel başkanının özel kalemi partinin en önemli organlarından biridir. Özel kalem, başta genel sekreter olmak üzere, yürütme kurulu ile koordineli çalışmalıdır. Genel Başkanımızın birçok kişi ile görüşüyor; elbette özel konular olabilir ama partinin işlerini konuşuyorsa, en azından tekrarlar ve yetki karmaşası olmaması için ilgili arkadaşın bunu bilmesi, hatta o arkadaşın genel başkanın yanında olması gerekir. Seçim öncesinde partimizin bazı görüşmeler yaptığını sağdan soldan duyduk; bana bir parti çalışanı partimizin iktidar partisi ile ittifak çalışmaları yaptığını söyledi. Bunlar kabul edilemez, bizim partimiz gibi büyük iddiaları olan bir partide böyle işler olamaz, olmamalı. Elbette herkesle görüşülebilir; ama bunu partinin yetkili organları bilir, en azından en kısa zamanda bilgi verilir.
Genel Başkanın yanında çalışan diğer personel ve korumalar da çok önemli; abartılı koruma tedbirlerine gerek yok, insanların hırpalanması, tuhaf görüntüler bize yakışmaz.
Arkadaşlar, bu parti kurulduğundan bu yana aramızda dargınlıkların, hatta düşmanlıkların ortaya çıktığının farkında mısınız? Kimse “yok öyle bir şey” demesin; bu partide gruplar oluştu, hatta her gün yeni gruplaşmalar oluşuyor. Ankara’dakiler İstanbul’dakileri, İstanbul’dakiler Ankara’dakileri suçluyor. Bunun nedeni, sorunları yetkili organlarda açık açık konuşmamaktır. Sayın Genel Başkan insanlarla ayrı ayrı görüşüyor, kime ne diyor bilemiyoruz. Bu doğru değil arkadaşlar. Biz sadece sıradan bir siyasi heyet olmamalıyız, aynı zamanda birbirlerine güvenen dostlar olmalıyız. Organlarda konuştuktan sonra niçin ayrıca konuşma ihtiyacı duyulur ya da organlarda hiç konuşmayıp genel başkanla özel konuşmanın anlamı nedir, Genel Başkan böyle bir şeye niçin izin veriyor?
Sayın Genel Başkanın, bizleri araçlar olarak gördüğüne dair ciddi endişelerim var. Mesela; genel sekreterimiz, bir başka merkez yürütme kurulu üyemiz ve bir GİK üyemiz partiden istifa ettiler. Bunların niçin istifa ettiklerini Genel Başkan’ın açıklaması gerekiyor. Arkadaşlarımızın niçin istifa ettikleri yerine nasıl istifa ettiklerinin dedikodusu yapılıyor, böyle olmaz. Bu açıklama yapılmadan hiçbir şey olmamış gibi davranılarak yola devam etmemiz mümkün değil. Eğer bir açıklama yapılmadan bunların yerine başkalarını koyuyorsanız, bu, insanlara araçsal olarak baktığınız anlamına gelir. O zaman birçok insan kendileri için de aynı şekilde davranılacağını, araç olarak görüldüklerini düşünür ki bu çok vahim bir şey. Sadece bu sebeple bile bu partiden ayrılanlar olur ve hiç kimsenin onlara “hain” deme hakkı olmaz.
Ancak yüksek volümlü bir siyasetle yol alınabilir
Yeni bir deneme yapma, bir süreliğine ne yapılabileceğini görmek olmaz. Bir daha ifade ediyorum; yüzde 0,76 oy oranı ile devam etmek çok zor, toplum böylesine bir siyasete şimdilik kapalı. Benim tercihim, siyasi partiyi kapatıp başka yöntemlerle sözlerimizi söylemeye devam etmektir. Ama devam ediyorsak bu şekilde olmaz. Klasik, konvansiyonel yöntemlerle bir yere gidemeyiz; başkalarının koyduğu gündeme takılıp basın açıklamaları ve salon toplantıları yaparak siyaset mümkün değil. Türkiye’nin ihtiyacı sokakta muhalefeti kuran bir partidir; fabrikada, tarlada, meydanda gündem oluşturan bir parti, söylediğini açık, net ve etkili söyleyen bir parti. Bunun denemesi olmaz; bunun planı, hazırlığı ve kolları sıvayarak uygulaması olur. Türkiye’nin her köşesinde her gün onlarca hak ihlali, haksızlık, adaletsizlik olmaktadır; Has Parti buralarda olmalı, muhalefeti buralarda kurmalıdır.İstanbul’da seçim boyunca bunları yapmaya çalıştık, sorun alanlarına gidip müdahalelerde bulunmak istedik ama il başkanı ve gençlik başkanını ikna edemedik, adamlar bu işe inanmıyorlardı, bir de genel başkan yardımcısı filan tanımıyorlardı, hatta 1 Mayıs’ta genel başkanı bile dinlemediler.
Seçmenin durumu bir yana biz siyaset yapmadık, siyaset üretmedik; o nedenle bu sonucu aldık, o nedenle şimdi ne yapacağımızı bilemiyoruz. Siyaset iki cümle bulup bunu süsleyerek bir salonda partililere ifade etmek değildir. Bizim gibi ideolojisi ve iddiaları olan bir siyasi parti, örneğin esnafı örgütleyerek AVM’lerin karşısına dikilir, örneğin çiftçiyi örgütleyerek büyük çiftliklerin karşısına dikilir, örneğin mahalleyi örgütleyerek kent yağmacılarının karşısına dikilir. Hayır, arkadaşlar, üç sendika başkanını ziyaret etmek, iki tanesini genel merkeze getirmek siyaset değildir. Esas siyaset, çalışanları örgütleyerek işbirlikçi sendika başkanlarının karşısına dikmektir. Nükleer enerjiye karşı olmak elbette siyasi bir tutumdur, ama esas siyaset, insanları örgütleyerek Akkuyu’da nükleer santral karşıtı çadır kurmak ve orada günlerce kalmaktır.
Burada açıkça söylüyorum; beş altı ay daha aynı tarzda giderek dememe yapmak boşuna bir iştir. Böyle yaparsak beş altı ay sonra daha çok borçlu ve daha fazla yorgun oluruz, kapatırken birbirimizi daha çok kırarız, daha çok hainimiz olur. İyisi şimdi burada helalleşerek kapatıp gidelim.
Yok diyorsanız, Sayın Genel Başkanım, o zaman radikal bir operasyon gereklidir. Benim bunu yapacağımıza dair ikna olmam çok zor. Çünkü biz bunu sizden daha önce de istedik. Sanıyorum, 28 Kasım’da yaptığımız kongreden hemen sonra size verdiğimiz rapor arşivlerinizdedir. Ben o raporu yeniden okudum; orada neredeyse bugün söylediklerimizi yazmışız. Daha sonra da yine yazılı olarak “seçim stratejileri” başlığı ile benzer şeyleri rapor etmiştik, bu raporun da arşivlerinizde olması gerekir. Demem şu ki, Sayın Başkanım denedik olmadı, aynı şekilde deneyeceksek hiç yorulmayalım, yine olmaz.
Özetleyecek olursak;
İdeolojimiz/söylemimizi yeniden konuşalım, eksiklikler varsa tamamlayalım. Söyleme uygun personel ve iş tutma şekli tespit edelim, aynı şekilde finansman konusunu yine söylemimize uygun şekilde çözelim. Bunları yaptıktan sonra yüksek yoğunlukta bir siyasetle yolumuza devam edelim. Bunlar mümkün olmuyorsa işi burada bırakalım. Oyalama istemiyorum, “yapıyoruz ya” lafını da duymak istemiyorum. Bunları hemen yapmalıyız.21 Ağustos 2012 Salı
Bağımsızlar Hareketi
AK Partiye gitmeyecek HAS Kadrolar ve Medeniyet Siyasetimize katılacak yol arkadaşlarımızla beraber devam edeceğiz.
Misyonumuz; AKP'ye geçecek olan Numan Kurtulmuş ve HAS Partililere "hesap sormak değildir". Değerlerimizin siyasetini yapmayı hedefliyoruz.
HAS Parti'nin proğramı çerçevesinde siyaset yapmaya devam edec
Misyonumuz; AKP'ye geçecek olan Numan Kurtulmuş ve HAS Partililere "hesap sormak değildir". Değerlerimizin siyasetini yapmayı hedefliyoruz.
HAS Parti'nin proğramı çerçevesinde siyaset yapmaya devam edec
ek arkadaşlarımız Bağımsızlar Hareketi'nin doğal üyesidir, sözcüsüdür, öncüsüdür.
Siyasi hareketimizi bir alternatif olarak yaşatmak isteyenler yakın çevrelerini birarada tutmaya devam etsinler lütfen. Dağılmak yok.
Bu yolculuğun nasıl devam edeceği HAS Parti içerisinde devam eden sürecin paralelinde şekillenecektir. Bu soylu ses asla susmayacaktır.
Bu süreçte kalp kırmamaya, sözümüzü fikri eleştiri sınırlarında tutmaya özen göstermeliyiz. Herkes kendi tercihini yapacaktır.
Siyasi hareketimizi bir alternatif olarak yaşatmak isteyenler yakın çevrelerini birarada tutmaya devam etsinler lütfen. Dağılmak yok.
Bu yolculuğun nasıl devam edeceği HAS Parti içerisinde devam eden sürecin paralelinde şekillenecektir. Bu soylu ses asla susmayacaktır.
Bu süreçte kalp kırmamaya, sözümüzü fikri eleştiri sınırlarında tutmaya özen göstermeliyiz. Herkes kendi tercihini yapacaktır.
14 Ağustos 2012 Salı
Güzelliğin On Par'etmez (Aşık Veysel)
"Hayat , siyasetten ibaret değildir.." Numan KURTULMUŞ !
Güzelliğin on par'etmez /Bu bendeki aşk olmasa / Eğlenecek yer bulaman /Gönlümdeki köşk olmasa /Tabirin sığmaz kaleme /Derdin dermandır yareme / İsmin yazılmaz aleme /Aşıklarda meşk olmasa / Kim okurdu kim yazardı / Bu düğümü kim çözerdi / Koyun kurt ile gezerdi / Fikir başka başk'olmasa / Güzel yüzün görülmezdi / Bu aşk bende dirilmezdi /Güle kıymet verilmezdi /Aşıkla maşuk olmasa / Senden aldım bu feryadı /Bu imiş dünyanın tadı/ Anılmazdı Veysel adı / O sana aşık olmasa
Parti programından ;
Hülasa:
İlk ve son cümlemiz nedir, nihayetinde ne diyoruz; insanı, aileyi, toplumu, devleti, piyasayı, uluslar arası ilişkileri hangi cümle içinde değerlendiriyoruz?
Biz, insanın eşitliğini, kutsallığını ve muhteremliğini esas alan bir heyetiz. Bütün insanları Hz. Âdem'in evlatları olarak görüyoruz. Aralarında hiçbir ayırım kabul etmiyoruz.
İnsanların ekmeğini ve hürriyetini teminat altına almak siyasetimizin varlık nedenidir. Onların söz, yetki ve karar hürriyetleri asla ellerinden alınamayacak. İnsanlara bunu taahhüt ediyoruz. Bunun dışındakiler; daha iyi yollar, daha iyi okullar, daha iyi hastaneler takatimizle mukayyettir. Gökten yağmur indikçe, yerden nebat bittikçe, yani takatimiz arttıkça bunları da adaletle ve mümkün olan en iyi şekilde yerine getireceğiz. Ancak şunu tekrar tekrar taahhüt ediyoruz. Hiç kimse rızık endişesi ve istikbal korkusuyla kimsenin önünde eğilmeyecek, kimseye kulluk etmeyecektir. Bu bizim itikadımızdır. Bu itikadımızı hiçbir güç bozamaz.
Her şey; iç ve dış politika, Merkez Bankası, piyasa, AB, NATO, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vs bu prensip etrafında dönecek, asla bu prensibin dışına çıkılmayacaktır.
Çift dil ve çift gündemimiz olmayacak, sizlerin dışınızda hiç kimseyle gizli bir ittifakımız olmayacak, halkımızın dışında hiçbir güç odağına dayanmayacağız.
Bugüne kadar insanları köleleştiren sistemlerle mücadele edenler, farklı inanç, felsefe, değer yargıları ile hareket ettiler. Şimdi burada birleşiyoruz, kula kulluğa, sömürüye, adaletsizliğe karşı çıkanlar bu partide, bu çatı altında güçlerini birleştiriyor. Buna inanan bütün insanları burada, bu çağrı etrafında toplanmaya davet ediyoruz.
13 Ağustos 2012 Pazartesi
HABERX
"Has Parti Kapatılmasın" imza kampanyası
Has Parti'nin takipçileri internet üzerinde örgütlenerek http://haspartininardindan.blogspot.com adlı bir blog oluşturdu, blogda "Has Parti Kapatılmasın" konulu bir de imza kampanyası başlatıldı. 13.08.2012 09:42
Bu amaçla http://haspartininardindan.blogspot.com üzerinde bir "blog" oluşturuldu. Blog'da "Hasköy" ilçesinden çıkışı simgeleyen eden bir trafik levhası görüntüsü kullanılırken Has Parti'nin "neden kapanmaması gerektiği"ni savunan parti taraftarlarının görüşlerine yer verildi. Blogda "Has Parti Kapatılmasın" konulu bir de imza kampanyası başlatıldı, kampanyaya ilk aşamada 158 kişi imzasıyla destek vererek katıldı. (ANKA)
(ORH/HF)
Yıldırım Türker'in yayımlanmayan yazısı
Stratejistler, gazeteciler, devlet kaynakları
Hakikatle aramızda bin bir özenle örülen duvar üzerine ileride sosyolog, tarihçi ve arkeologların hayli kafa patlatacağı kanısındayım.Memleketin devletle ilişkisinin bir süredir bütün ikna ediciliğini, bütün algı ve kayıt sistemlerini kaybetmiş, dünya açısından da raflarda çürüyecek bir serüven kitabına dönüşmüşlüğü can yakıcı bir aleniyet kazandı.
Öte yandan kaşındırıcı bir heyecan verdiğini de itiraf etmeli yeri gelmişken. Bir kere acılı olmakla birlikte yaşanması elzem bir yüzleşmeler yumağı ile karşı karşıyayız. Geçici suretler birer birer yırtılıyor; dolunay kuşağındayız ya, kurtadamlar kurda dönüşüyor, bedbin bitkinler uyuya kalıyor. Muhasebe yapmanın, gelir gider dökümleri çıkarmanın tam zamanıdır.
Düşünmeyi, tartmayı, dile getirerek tanzim etmeyi tekinsiz bir eylem olarak yaftalamayı sürdürüyor iktidar. Kendi önerdiği dil ise en ufak bir analitik noktalama taşımayan, şu kadarcık tutarlı olma çabası yansıtmayan bir silsile.
Türkçenin hayat yorumu, hiçbir dile tercüme edilemeyecek, ancak bu kültürü paylaşanlarca anlaşılabilecek ilkel bir kodlama sistemine dönüştü.
Şemdinli’de 20 küsur gündür süren savaş karşısında dilini dolaşıma sokabilen zevatın yaklaşımları, gelmiş olduğumuz iletişim düzeyini aşikar ediyor.
Taha Akyol ve onun gibi kimilerince sağın entelektüeli ilan edilmiş yorumcular, nesebi gayrı sahih stratejistler ordusundan beslenen köşe yazarları ve hükümet kaynakları, karşımıza zillerini takmış zafer çiftetellisiyle çıkıverdi. Kendilerine besbelli kimi devlet kaynaklarınca aktarılmış hikayeleri tarihi bağlamına oturtan öz yorumları olarak yansıttılar. PKK, Arap baharından mülhem bir ayaklanma başlatmak için Şemdinli’yi işgale kalkıştı. Ama halktan beklediği yüzü bulamayınca, şükür kahraman ordumuza ve PKK terörü altında inim inletilen halkımıza ki bu işgal hedefine ulaşamadı. Ulaşmak ne kelime yanaşamadı bile. Muzaffer ordumuza, savaşından bir mermi taviz vermeyen hükümetimize şükürler olsun.
Başlamadan bittiği için bayram ilan edilen günlerin toprakları.
Toplu bir delilik adeta.
Gerçeklerin karşısında başka yere bakıyor da görmüyormuş gibi davranmak için olmadık taklalar atan masal ülkesi ahalisine duyurulur. Evet. Şemdinli’ye giremiyorsunuz. Orada kimin ölüp kimin kaldığını da bilemiyorsunuz. Orası sizin için toptan bir sır ülkesi. Sizin orada yaşanan üstünde en ufak bir müdahaleniz olamaz. Bu işin çözümünü silahlı büyükler ellerine geçirmiş. Dolayısıyla koskoca bir ordu olarak bir aya yakın zamandır çapulcu denilegelen, sayısı birkaç yüzle ifade edilen PKK gerillalarına karşı savaşmaktasın.
İlk olarak, evet başbakanım, Fırat haber ajansından, bunun için bir de benden özür bekliyorsun ama, sözgelimi bir Özgür Gündem’den, Nuçe’den duyduklarımız, okuduklarımız var. Bizim ana akım basında yok sayılan bir iç savaş süregitmekte. Artık kaçınılmaz olduğundan, köylerinden kopartılmış vatandaşın kaymakam kapısı önünde toplandığını biliyoruz. Köylerine dönmek istiyorlar. Ama köyleri onlara kapalı. Köyleri gazetecilere de kapalı. Köyleri bütün dış dünyaya kapalı. Ne emniyet ne kaymakamlık, devletin hiçbir kurumu oradaki vatandaşa hizmet götüremiyor. O topraklar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından arındırılıyor ve bu durumun ne zaman sona ereceği, nelere malolacağı bilinmiyor. Bildirilmiyor. Tenezzül gösterilmiyor.
Ama başarısız kalmış PKK için çocuklar gibi ‘oh, oh’ çekmemiz isteniyor.
PKK Şemdinli’yi işgal edememiş. Ne mutlu biz Türk milletine. Ama Şemdinli’nin köyleri, bir kısmı yakılarak boşaltılmış. Kimse o topraklara ayak atamıyor.
Kurtarılmış toprakların, boşaltılmış tampon bölgelerden farkı olmaz mı? Meğer o toprakları PKK işgal edememiş. Gitmesek de, görmesek de, o köyler bizim köylerimizdir...
Bu parçalı, hatta paramparça algı kendine olan, olması gereken uzak açıyı tamamıyla kaybetmiş muktedirler ve yandaşları tarafından hoyratça paylaşımımıza sunuluyor.
Suriye’de öyle, Şemdinli’de böyle.
Uludere’yi boşver, Suriye’ye bak. Şemdinli’den sana ne, Halep’i dinle.
Tutarlılık gayreti bile fuzuli geliyor efendilere. Tutarlı olma gayreti, ar ve edep duyguları muhaliflere, eziklere ve kaybedenlere yakışır zaten. Ne tenezzül buyuracaklar.
Körlükleri, karşılarındaki halkların körlüğüne inançlarından, sonsuz özgüvenlerinden kaynaklanıyor.
Devlet kaynaklarının servis ettiği burkulmuş mantık müsamerelerini, o kaynaklara biat edip gazetecilik, yorumculuk kisvesi altında okura ileten, bir kez daha devletine aracı ve kefil olan gazeteci müsveddeleri artık fütursuzca saçmalıyor.
Bu akıl fikir erozyonu sürer giderken dün Hürriyet’in manşeti, “Ona kalbimi açmıştım” idi. Emine Erdoğan’ı Suriye olayı çok yıkmış. “Dost olarak insanları kalbimize sokuyoruz. Esma Esad’a kalbimi açmıştım. Benim için büyük hayal kırıklığıdır” demiş.
Hürriyet’in bomba manşetine göre Emine Erdoğan, “Esma Esad asla kibirli değildir. Çok candan bir insandır. Ülkesinde demokratikleşme, çağdaşlaşma isteyen bir kadındı. O nedenle olup bitenlere bu kadar duyarsız kalmasına inanamıyorum” diyesiymiş.
Derdimi anlatabildim mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)